19 Mayıs 2011 Perşembe

İthal Öğretmen

Geçen hafta içi MEB müthiş bir açıklama ile gündem oluşturdu. Eğitim sistemimizin bütün sorunları  çözülünce, Yabancı dil eğitimi (İngilizce ) tek sorun olmanın hüznünü dahi yaşayamadan çözüme kavuşmanın sevincini yaşıyor. Daha önce defalarca yabancı dil eğitiminin  çözümü için çabalayan, her okulunda bu dersler için öğretmen bulunduran, sınıfları mümkün olduğunca az öğrenciden oluşturan, materyal konusunda hiçbir masraftan kaçmayan MEB,  istediği neticeyi alamayınca çözümü 40.000 ithal öğretmen getirmekte bulmuştur. Bu sayede, artık insanımız kendi arasında  bile ikinci bir dilde  iletişim kurabilecek hale gelecek. YAŞASIN. Artık, ana dilimizde kaybettiğimiz mutluluğumuzu bir başka dili konuşarak bulabileceğiz.
Nasılsın? demek yerine  How are you?
Teşekkür ederim değil de Thanks.
İyiyim yerine Fine, well diyerek daha iyi olacağız.
Bu güzelim gelişme üzerine, atılan her adımın olumsuz yanlarını düşünen, ifade  eden, haykıran, çözüm için “-malı, se iyi olur,  gerek, ihtiyaç var” şeklinde biten cümleler sarf etmekten  öte hiçbir şey yapmayan insanımız hemen öğretmeni, sendikası, derneği ile tepkilerini koymaya başlar.
            -Efendim, bu Türkiye’deki yabancı öğretmenlerine hakarettir.
            -Aaa, ne kadar kötü. Bu ülkenin eğitim sisteminin altına dinamit koymaktır.
            -Bunlar  misyoner çalışmaları. O öğretmenler gençliği milli değerlerimizden uzaklaştırır.
            -Fatih  projesinden ithal öğretmen çıktı.
            -MEB’in 40.000 ithal  öğretmen  projesine karşıyız  vb. ifadeler gelen  başlıca tepkilerdendi.
            Değerli tepkici camia arkadaşlarımın eleştirilerine büyük oranda katıldığımı belirtmek istiyorum. Ancak, 8 yıllık meslek hayatımda İlköğretim,  Meslek lisesi, Fen  Lisesi, Süper Lise (Yabancı Dil Ağırlıklı Lise) ve genel liselerde çalışmış biri olarak öğretmenlerimizin öğrencilerine, eğitime bakış açısını, içlerinde bulundukları hali yansıtacak birkaç sır versem bu şapkamızı önümüze koymamıza neden olur mu bilmem.
            -Yukarıda bahsettiğim okullarda görev yapan öğretmenlerin bir çoğu öğrencilerden memnun değildir. Hatta bu yüzden valla J) ithal öğrenci fikri aklıma gelmişti. Madem öğretmenlerimizin öğrencilerden memnun değil bari biz de ithal öğrenci getirelim demiştim. MEB daha erken davranıp ithal öğretmen fikrini duyurdu.
            -Anasının babasının eğitemediğini ben mi eğiteyim?
            -Bu kadar maaşa bu kadar öğretmenlik. 
            -Cuma günleri ohh. Bu günde kurtulduk.
            -Dün oyunda hesap X’te kaldı. Ha ha. ha.
            - (40 kişilik için). Bu sınıfta en fazla  5 bilemedin 10 çocuk adam olur. Dersler de bu çocuklara özel anlatılır. Bu çocukların ana babaları onları ne güzel yetiştirmiştir. Allah bağışlasın  onları.  Bu arada diğer öğrenciler değişik hayvanlara benzetilir.
            -Dershanede öğrensinler. Bu mesele derin ama.
            -Sendikalarda oyun salonları var ama eğitim odaları? Siz herhangi bir sendikanın maaş zammı, KPSS skandalı dışında eğitim konuları için gündeme geldiğini duydunuz mu? Bir de inşaat işine başlayan sendikalar var. Şimdi, üyesine ev yaptırıyor.
           
            Bunların daha fazlası olduğunu biliyorsunuz. Şimdi de  yaşadığım ayrıntısına girerek anlatacağım şu iki olaya dikkat ediniz.
            2009  yılında yüksek lisans dersindeyiz. Hocamızın odasında  10 yüksek lisans öğrencisi var ve hocamız konuşuyor.
“Üniversitelerin bir görevi de  sokakla bağlantı kurmaktır. Örneğin, bir veteriner fakültesi öğretim üyesinin kasapla, çobanla , ziraat fakültelerinin çiftçiyle iş birliği içerisinde çalışması gerekir.” şeklinde özetleyebileceğim konuşma,  herkes tarafından can kulağıyla dinlenilirken  getirdiği çözüm önerileriyle bulunduğu  ortamda soğuk rüzgarlar estiren bu zavallı söz alır. 
“Arkadaşlar, hocamızın konuşmasını nasıl buluyorsunuz? Aranızda bunu saçma sapan  bulan, karşı olduğunu söyleyen var mı?” şeklinde bir soru sordum. Hocam, bulamazlar ki, “ben hocayım” dedi. Gülüşmeler…
Ben “ o halde bu iletişimi biz kurmaya çalışalım, basın aracılığıyla bunu duyuralım.On kişiyiz (hoca dahil 11), istersek dünya’yı değiştirebiliriz”dedim.
Herkesin, başı öne eğildi. Konu üzerine bir kelime dahi konuşulmadı.

İkinci olay 8- 12 Kasım 2010 günlerinde Elazığ’da görev alan 240 ingilizce öğretmeni  dil öğretimi ile ilgili seminere katılmak üzerine toplanır. Benim bulunduğum sınıfta yaklaşık 40 arkadaşımız vardı. Öğretmenin olduğu, yerde konu tabii ki eğitim, öğrenciler. Şikayet, şikayet.
-Sınıflar kalabalık,
-Materyaller iyi değil.
-Öğrenciler isteksiz.
-Dilin konuşulması için otantik bir ortam yok.
Derken bay soğuk rüzgar söz alır “değerli arkadaşlar biz burada sorun konuşmaktan ziyade çözüm bulalım”, mesela Elazığ’da görev yapan İngilizce öğretmenleri olarak sadece yabancı dilin konuşulduğu bir cafe açalım, öğrencilerimizi oraya götürelim.  Hem o bahsettiğimiz gerçekçi ortamı oluşturabiliriz. Hem de çözüm adına ülkemizde bir model oluşturabiliriz” dedim. Heyecanlanmayın. Yok yok. Cafe açamadık. Ama MEB açacak. Bir iki mırın, kırın. Ne güzel konuşuyorduk havası.

Şimdi yabancı dil ile ilgili MEB’in projesine yeniden dönecek olursak, kişisel fikrimi şu şekilde özetlemek isterim. “Taşıma su ile değirmen dönmez. El elin eşeğini türkü çağırarak  arar.” Yabancı dilin günah keçisi ilan edildiği eğitim sistemimizde, matematik, kimya, fizik, tarih,  coğrafya hatta Türkçe’mizdeki öğretim eksiklikleri hep geri planda kalmıştır. Bunlardan da  öte, her ortam da dillendirdiğimiz, inanç ve ahlaki değerlerimizi ne derece verebiliyoruz. Eğer böyle devam edersek, bırakın yabancı dili öğretimini Türkçe öğretmek için bile ithal öğretmen getirilmesi bize müstahak.  

NOT: “Türkiye’de Yabancı Dil Öğretiminde Karşılaşılan Sorunlar ve Bir Çözüm Önerisi Olarak Yabancı Dil Okullarına Yönelik Öğretmen  ve Öğretim Elemanlarının Görüşleri” isimli yüksek lisans tez çalışmamı dileyenlere yollayabilirim.

 “Sokakları kahve olan bir toplumun okulları  saray olsa  ne olur.”

11 Şubat 2011 Cuma

“Başka bir Türkiye” hayal değil

Ülkenin en büyük ordusuyuz, eğitim sorunlarının çözümüne talibiz.
584 bin MEB’de görevli öğretmen,
87  bin öğretim görevlisi
1.5 milyon  civarı ön lisans ile doktora arası  üniversite öğrencisi  (2008-2009)
 Diğer üniversite mezunları  hariç  327 bin atanmamış, atanamamış öğretmen adayı ile,  Resim, Beden Eğitimi,  Müzik, Tarih, Coğrafya, Bilgisayar,  Matematik, Türkçe, Yabancı Dil, Meslek dersleri vs. öğretmenleri olarak Meb’lisi, Öğretim görevlisi, atananı, atanamayanı ile  ülkenin en kalabalık ordusuyuz, eğitim sorunlarının çözümüne talibiz.

Özellikle kontrolü  neredeyse imkansız bilgi kaynaklarının çokluğu düşünüldüğünde körpecik yavrularımızın neler öğrendiği hepimizin malumu. Çocuklarımızı bir bir kötü alışkanlıklara teslim ettiğimiz de maalesef bilinen bir gerçek. Nasıl eğitim- öğretim  sadece okullarla sınıflandırılamaz ise, öğretmen olmak da takım elbise giyip, elde çanta sınıfa girmekle sınırlandırılmamalı. Öğretmen olmak için 657  olmaya da gerek yok. Bunun için informal bilgilerin nasıl aktarıldığını görmemiz yeterli. En basiti sigara. Hiç kimse bu kötü alışkanlığın öğretmenliğini yapmamıştır. Ancak, insanoğlu bir şekilde öğrenmiştir sigara  iç meyi. Peki biz ne haldeyiz?
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşinin kendini gerçekleştirme aşamasının Türkiye  versiyonu  “KPSS’den yeterli puanı alarak atanma”hedefine, “insan insanın kurdudur” diyen Hobbes’ı haklı çıkarmak istercesine ulaşmaya çalışıyoruz. Atananımız, belki girdiği ilk derste anlatmaya başladığı KPSS başarısını (!) ilerleyen yıllarda hangi  özlü sözlerle süsleyeceğini düşünmekte. Vay be ne günlerdi, nasıl yaptım. Atanamayanımız bir daha bu sınava girersem iki  olsun diyerek zirvesine ulaştırdığı  öfkesini ertesi dönemin  başında,  başarısızlığını dayandırdığı dershanenin rakibi bir başka dershaneye giderek dindirebiliyor. Koca bir yıl boyunca zamanını %80’ni  yalan üzerine  kurulu test, deneme kitaplarıyla hayatında başka harflerin asla sahip olmayacağı bir oranla ABCDE görerek geçirecek. Tabii  atanırsa ne ala onun için. Oysa, kim atanırsa atansın yaklaşık 300.000 (üç yüz bin) kişi açıkta kalacak. Yani mevcut düzen, ancak hüzün bulutlarının yerini değiştirmekte. Herkes  (100) yüz alsa bile bu şekilde dışarıda kalacak kişi sayısı değişmeyecek. Belki diyeceksiniz ki devlet atasın. Şu an ülkemizde öğretmen başına düşen öğrenci sayısı sadece 24. Bu rakam OECD ülkelerinde ortalama 16. 24 bir öğretmen için abartı  bir rakam değil aslında.
Ülkemizde en büyük sıkıntılardan biri eğitimin sadece okullarla sınırlandırılması. Dershaneler konusu başlı başına araştırılması gereken bir  durum. (İlerleyen haftalarda bu konuya  ilişkin yazmayı planladığım için üzerinde çok durmayayım şimdi.) Bu güne kadar okulun içinde, özellikle derste öğrencilerin suç işleme durumu neredeyse yok denecek kadar az. Çocukların önemli bir oranının özellikle ortaöğretimde okullara gönülsüz bir şekilde gitmelerine karşın ders esnasında gürültü haricinde ciddi sorunlar yaşanmaması gerçekten olağan üstü bir durum. Ancak, aynı çocukların başta sigara olmak üzere bir çok olumsuz alışkanlıklarının olması, birbirlerini olumsuz etkilemesi, en önemlisi de bir ideallerinin olmaması da  olağanüstü. Çocukların da  ötesinde yetişkinlerimizin yaşadıkları sorunlar da  cabası. Bu da bizlere eğitimi okulların dışına yaymamız gerektiğini göstermekte. Sokağı da eğitimli kılmalıyız.
 Bu anlamda Meb’in değişik çalışmaları var; ancak yetersiz olduğunu söylememize gerek yok. Bizler Meb öğretmenleri, kadro bekleyen öğretmenler,  üniversite öğrencileri, öğretim elemanları, STK’lar olarak bu işi  hep beraber omuzlayabiliriz.
Hemen her mahalleye ilköğretim öğrencileri için “Sevgi Evleri”, ortaöğretim öğrencileri ve yetişkinler için “Bilgi ve ya  Kültür evleri”, (isimlere değişebilir,  takılmayalım) her yaş grubuna hitap eden spor salonları, sanat evleri,  sadece yabancı dil konuşulan  cafeler, okuma salonları açabiliriz. Bunun için en başta mahallemizde bulunan kıraathane, cafe, oyun salonları, internet cafeler,  dernek, sendika binaları, hatta uygun bodrumlar bile kullanılabilir. Sabırlı olursak daha  güzel mekanlar kendiliğinden oluşacaktır.
Bize sunulan derme çatma eğitim yerine, çocuklarımıza daha planlı sistematik bir eğitim sunabiliriz. Mesela onlara, kıymetli olan mesleğin sadece tıp olmadığını, her mesleğin ayrı bir öneminin olduğunu öğretebiliriz. Bu ülkenin kaç tane öğretmene, berbere,  marangoza, doktora vs.  ihtiyacı olduğunu istatiksel olarak çıkarabiliriz.
Haydi öğretmen arkadaşlar. Atanan, atanmayan herkes. 8 yıldır MEB’te İngilizce öğretmeniyim, benimle beraber mezun olup , belki benden daha iyi olan ve  atanamayan arkadaşlarım var. İşimi size versem ben boşta kalacağım, vermesem siz boştasınız. Ancak, dönüşümlü  olarak, bu işe sarılabiliriz. Mesela, bazen ben açacağımız yabancı dil cafesinde garson olarak  çalışabilirim siz de benim yerime okulda çalışabilirsiniz. Bilgisayar öğretmeninin internet cafede  gençlerimize ne kadar faydalı olacağını hayal bile edemiyorum. Çocuklarımız küçük yaşlar da  saz çalmayı, spor yapmayı, resim yapmayı  öğrenseler fena  mı olur?  Ne olursunuz, birbirimizin kurdu olmayalım. 40 bin kadro için 327 bin beyni boşu boşuna yormayalım. Öğretecek çok şeyimiz var ve bunu sadece okullarda yapmak zorunda değiliz.   Eğer biz çözüm olmazsak, şu an üniversite okuyan   gençlerimizin halini düşünemiyorum.  
Çocukların bizden beklentilerinin ne olduğunu, onların yerimizde olmak için can  attığını biliyoruz.  Ebeveynlerimizin bizlerle gurur duyduğunun farkındayız. Bizim  için köylerin terk edildiğini, sırf biz okuyalım da vatana millete faydalı olalım diye anne babalarımızın evlilik yüzüklerinin satıldığını da biliyoruz. Herkes bunalıma girebilir ancak bizim buna hakkımız, zamanımız yok.  Zaman borç ödeme zamanıdır. Bu ülkede 7 ‘den 70’e herkesin  beklentisine yanıt verme zamanıdır. Yukarda bahsettiğim , bahsetmeyi unuttuğum ve kendilerini bir şeyler yapma sorumluluğunda hisseden kimseler bu çağrım sizedir.      

9 Şubat 2011 Çarşamba

Bir Öğretmenin İtirafı

“Başka Bir Türkiye Hikâyesi” dikkat çekmeye devam  ediyor. Bakalım Serhat öğretmen neler yazmış.
“Merhaba hocam,
“Başka Bir Türkiye Hikâyesi” isimli yazınızla ilgili benim de söylemek istediklerim var. Yazının toplumumuzdaki neredeyse hiç kimse için alışıldık şeylerden bahsettiği yok.
Öğrenci arkadaşımız öğrenim hayatında karşılaştığı sorunlardan bahsetmiş; okurken düşünüyordum da bu tanımlamalara uyan çok meslektaşımız var. Tabii ortada bir sorun varsa çoğu zaman bir taraf tamamen haklı ve bir taraf da tamamen suçlu değildir.
Öğretmenliğimin üçüncü yılını doldurdum bu ay. Üniversite son sınıftayken bile “Ben öğretmen olacağım” sözü çıkmamıştı ağzımdan. Şu an ise çok meşakkatli bir iş olduğunu düşünsem de o kadar seviyorum ki yaptığım işi, tekrar seçme şansım olsa yine öğretmenliği seçerim. Tabii ki hatalarım oluyor, ama bu işi iyi niyetle yapmaya çalışıyorum.
Bazen orta yaş ve üzeri insanlara rastlıyorum, onlardaki öğretmen algısı çok farklı. Onlar için öğretmenler saygı duyulacak, eli öpülecek insanlar. Ama genç kuşağın gözünde, istisnalar dışında, böyle değere sahip olmadığımız açık. O noktadan bu şekle nasıl geldi, bunun sorumlusu sadece biz miyiz?
Öğrencilere bakıyorum, dersler bazıları için arka planda. Zayıf dersleri olanlar, sanki onlara ait değilmiş gibi gülüp eğlenebiliyorlar. Durumu düzeltme çabası yok bir çoğunda. Anne babaları çalışıp didiniyor, kimi zaman işi gücü bırakıp onların peşinden okula kadar koşturuyor. Ama öğrencilerin ellerinden geleni yaptıklarını düşünmüyorum. Hep farklı zevkler peşinde koşturuyor, ama öğrenci sıfatının gerektirdiği tek şeyden uzak duruyorlar. Sonuçta bu öğrenciler gelecekte her şeyi emanet alacak olan bireyler, böyle devam ederse bu yükün altından kalkabileceklerini de sanmıyorum. Bir şeyler kazansınlar, boş yetişmesinler istedikçe onların bu yaklaşımlarını görmek şevkimi kırıyor. Saygısızlık, ciddiyetsizlik, tembellik dışarıdan olayı gözlemleyen kişilerin de rahatlıkla söyleyebileceği özellikler bu tip öğrencilerde. Çoğunlukla bu durumlara tahammül edilebilir ama iş gerçekten bir amaç için sınıfta olan öğrencilerin motivasyonu noktasına gelince değişiyor.
Herkes topu başkasına atıyor ama tabii ki bazen bunların nedeni ilgisiz anne baba, bazen işini sevmeyen ve gereklerini yerine getirmeyen öğretmen, bazen de kendisinden beklenen hiçbir şeyi vermeyen öğrenci. Bu konuda çok şey yazılabilir, söylenebilir ama malumu ilan etmek gibi olur. Zaten hepimiz bunların farkındayız.
Herkes şikâyet ediyor ama pek az kimse durumu düzeltmek için çaba sarf ediyor. Bu bozulma bir anda olmadı ve kimse de bir anda her şeyin yoluna gireceğini beklemiyordur. Çok uzun zaman alabilir ama sabırlı olup, çevremize doğru olanı benimsetmek zorundayız. Bu tek taraflı bir uğraş da değil; eğer söyleyecek, yapacak bir şeyi olan varsa bu konuya müdahil olmak zorundadır.

Yekrem: Serhat bey ilginize teşekkür ederim. İnşallah bundan sonraki haftalarda eğitim sorunlarımız için  çözüme dönük somut önerilerinizle sizleri ağırlayabiliriz.  Değerli yorum ve eleştirilerinizle katkılarınızı bekleriz.”

8 Şubat 2011 Salı

“Başka bir Türkiye hikayesi” için veliden gelen mail

“Eğitim şart” ifadesini hemen hepimiz günlük hayatımızda bir sebeple duymuş ya da  kullanmışızdır. Çünkü, eğitimin ilintili  olmadığı tek bir ortam dahi bulamayız. Hemen her problemde “eğitim şart”,  “hay seni okutan hocayı ben ne yapayım”, “aile eğitimi çok önemli, “aile ilgilenmiyor ki”, “anam bacım  bu   çocuk çok fena”, “arkadaş çevresi çocuğu bozdu” gibi ifadelerle karşılaştığımız olmuştur. Aslında bu ifadeler bir şekilde,  öğretmen, öğrenci, aile(veli), çevre dörtlüsünden birini suçlar nitelikte. Oysa, bu dörtlü birbirinden asla ayrılamaz. Çevre adında kendimize özel bir  muhatap bulamayacağımıza göre, suç kendiliğinden öğretmen, öğrenci ya da veli üçlüsüne kalmakta. Bu üçlü “hata pasta”sından kendine düşeni “evet hatalıyım” diyerek üstlenirse çözüm için büyük adımlar atılacaktır.
“Bir  başka Türkiye hikayesi”  isimli yazım üzerine geçen hafta öğrenciden aldığım mail üzerine bu hafta da bir  veliden  mail aldım. Medine Altınbulat isimli  bir ablamız yukarıda bahsettiğimiz şeyi biraz öğretmenleri suçlayarak da olsa  bütün samimiyetiyle eğitimde yanlış olan şeylerin kendi ile ilgili kısmını üstlenmiş ve bir cesaret örneği sergileyerek bana  mail atmıştır. Noktasına virgülüne dokunmadan velimizin mailini yorumlarınıza bırakıyorum.       
“Çocuklarımın eğitimi konusunda duyarlı bir veli olarak yazmış olduğunuz yazı teorikte olup da hiçbir zaman pratiğe dökemediğim konularla beni yüz yüze getirdi. Araştırmaya dayalı yazmış olduğunuz bu yazılar bilinçli veliler topluluğuna vesile olacaktır.
Biz toplum olarak hiçbir çaba sarf etmeden çocuklarımıza tek desteği sert ifadelerle sergileyip onları tek bir hedefe mahkûm ediyoruz. Ve sonuç olarak da karşımıza agresif, kendine güveni olmayan, daha küçücük yaşında ruhsal sorunlarla uğraşan, çekirdekten başlayarak hasta beyinler yetiştiriyoruz. 
Hayata çocuklarımızın gözüyle baktığım zaman ki bunu çok nadiren yapıyorum, aslında bizim baktığımız gözle onların baktığı gözün arasındaki farkın ne kadar büyük olduğunu bariz bir şekilde anlıyorum. Belli maddelerle kurallar koyup onları yönetirken zaman zaman kendimi askeri komutanlara benzetiyorum
Çocuklarımızı boş anlarında yakaladığımızda ‘‘neden odana gidip ders çalışmıyorsun, sınavlarının sonuçlarının kötü olmasının sebebi bu, sen böyle davranarak hiçbir şey başaramazsın, gün geçtikçe tembelleşiyorsun ’’ diyerek onların iç dünyasını paramparça ederek güvensiz ezik çocuklar yetiştiriyoruz.
Aslında burada kendi egolarımızı tatmin etmek için uğraşıyoruz. Onları sadece ders çalışma makinesi olarak görüyoruz. Onlar odalarına çekildikleri zaman kendi görevimizi tamamladığımızı düşünerek vicdanen rahat olup televizyonumuzu izliyoruz. Biz durumu kapı kapanana kadar kontrol ediyoruz. Ondan sonra çocuğu kendi iç dünyasıyla baş başa bırakıp çelişkiye düşürüyoruz. Zaman zaman çocuğumu “siz televizyon izleyip keyif yapıyorsunuz, bana da hep kızıyorsunuz” gibi laflarla kendini ifade savaşında görüyorum. Bu davranışla çocuğun bize vermek istediği mesaj biraz anlayış ile onların seviyesine inmemizdir.
Aslında sorun sadece aile ile çözülmüyor. Burada öğretmenlerinde büyük bir rolü vardır. Onlar eğitimci kimliği ile çocuklara yaklaştıkları için kurallarla koyduğumuz maddeler yine kendini göstererek çocuğu başka bir çelişkiye daha sürüklüyor.
Bugün 10 yaşındaki kızım ağlayarak eve geldiğinde neden ağlıyorsun diye sorduğumda verdiği yanıt; ‘öğretmenim artık üvey öğretmen gibi davranıyor’ dedikten sonra hem çok şaşırdım hem de çok üzüldüm.Çocuklar her zaman düşüncelerini net bir şekilde ifade ederler.Kızımın da bu cümlesiyle öğretmenin öğrencileri arasında eşit davranmadığını anladım.Ama buradaki asıl sorun kızımın üzülmesinden ziyade, öğretmenin farkında olmadan eşitsizlik kavramıyla çocuğu yanlış bir yargıya yöneltmesidir.
            Bu durumu sadece kızımda görmüyorum çevremdeki mesela en yakın arkadaşımın 16 yaşındaki kızında da zaman zaman görüyorum.Öğretmenlerinin ‘‘siz geri zekâlısınız, yapamazsınız’’gibi aşağılayıcı sözlerle çocuğun kendine olan güvenini azaltıyorlar. Dersi notla kıyaslayıp, notla tehdit edip kendilerini önemsetme çabasında olan eğitimciler çocukların motivasyonunu bozuyorlar.
Bütün bu nedenlerden dolayı;
Öğretmenler mesleğini görev olarak değil, ellerinde ki taze olan bu beyinlere ışık tutarak yollarını ve ufuklarını aydınlatmalıdırlar.Velilerimiz de çocuklarını bir at gibi yarıştırmaktan vazgeçip önemli olanın sadece onlar olduğunu hissettirip, yaşam kalitesi içinde eğitimin olması gerektiğini sevgi ve anlayışla anlatmalıdırlar.”
Yekrem'in notu: Medine hanım duyarlılığınızdan dolayı sizi tebrik ederim.İtiraf niteliğindeki bu yazınızı teoride bildiklerinizi uygulamaya  dökeceğinizin  işareti olarak görüyorum.

4 Şubat 2011 Cuma

Bir Öğrencinin Gözüyle "Başka Bir Türkiye Hikayesi"



“Merhaba Yekrem hocam,
Ben lise son sınıf öğrencisiyim. Adım Kerem,
“Başka bir Türkiye hikayesi” isimli yazınızı hem şaşkınlık hem de hayranlık duygusu içerisinde okudum. Şaşırdım çünkü o yazınızdaki kişinin ülkemizdeki çocuk yetiştirme ve genel anlamda eğitim üzerine çizdiği portrenin ülkemizin neresinde  yaşanıyor olduğunu merak ettim. Hayranlık duydum, sadece ütopya da olacağı zannedilen bir yaşantının gerçekleştirilmesiydi bu hayranlık duygumu uyandıran  şey.  O kimseleri canı gönülden tebrik ederim. Ancak, ülkemizde eğitim sorunlarına çözüm için benim anlatacaklarıma da değinilmesini isterim.
            Daha okula başlamadan  başladı kıyaslamalar. Bak, oğlum amcanın oğlu 100’e kadar saymayı öğrenmiş. Teyzenin kızı Sübhaneke’yi ezberlemiş. Halanın torunu, ıspanak yemiş güçlü olmuş.
Okul hayatımda  bir kıyasla  başladı. Amcanın kızı 5 yaşında gitmiş, şimdi üniversiteye gidiyor,  bak  doktor olacak. Zihnimde o kadar büyütüldü ki okul, okula gitmesem  nefes bile almayacağımı düşünürdüm. Ancak, okul boyunca yaşadıklarımdan örnek versem  değerlendirmeniz nasıl olur?
Sınıf  içi,
-İlkokulda tırnağımı kesmeyi unuttuğum için sopayla dövüldüm.
-Bir kere öğretmenimiz sınıfa  girdiği ilk derste sınıftaki en iri yarı görünen arkadaşımızı durduk yere azarlamıştı. Ne olduğunu anlamayan arkadaşımız efendim hocam derken  iyi bir tokat yedi. Çok sonradan öğrendim ki, öğretmenin sınıfı disiplin altına yöntemiymiş o yaptığı.
Başka öğretmen örnekleri
-25 yıldır öğretmenim kimse benim dersimden 70’in üstünde not alamadı.  
-Size 10 değil 100 kez anlatsam da siz anlamazsınız.
-Yabancı dil yetenek işi. Çok zor. Siz yapamazsınız.
-Matematikte temeliniz yok çocuklar.
-Ben dersimi  anlatır çıkarım arkadaş. Anlayan  anlar anlamayan anlamaz.
-işim gücüm yok sizinle mi uğraşacağım.
-Bu konuyu size  dershanede anlatmıyorlar mı?
(Meb ve Dershaneler bizleri yıllardır “aynı suda iki defa yıkıyor”, kimse de ses çıkarmıyor. Biri varsa diğeri niye var?Bir düzenleme yapılması  gerekmez mi?)
-Çocuklar bu gün keyfim yo serbestsiziniz. Kendisi iddaa oynar.
            Bazı öğretmenlerimiz sanki derse zorla giriyormuş gibi. Biz öğretmenlerimizin hangisinin işine gönüllü, hangisinin gönülsüz olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz.
            Televizyon dizilerine şiddetle karşı çıkan,  izlememizi istemeyen   bazı öğretmenlerimizin ders içinde kullandığı esprilerin büyük çoğunluğu bu dizilerle alakalı. Acaba öğretmenlerimiz bu dizileri eleştirmek için  mi izliyorlar?
Daha başka şeyler illa ki var.
Bir örnekte okul dışından  vereceğim. Öğretmenlerimizle okul dışında maç yapıyoruz. Bazı öğretmenlerimiz, maç esnasında kasten ayaklarımıza tekme  atıyor.Maçları genelde biz  kazanıyoruz. Onların suratlarındaki ifadeleri bir görseniz. Sanki maça değil de savaşa çıkmışız.
              Bizi okul içinde ve dışında her zaman motive eden. Tıpkı sizin hikayenizde bahsettiniz öğretmenlerde var, ancak bunların sayıları gerçekten az. 
            Sınıflara girmeden,  önce yapılan “rahat-hazır ol” töreninden nefret  ediyorum. Mutlaka  bir azar işitiyoruz.
-Sussana gerizekalı.
-Kızım, bak seni saçından tutar sürüklerim.
Daha ağır ifadeler var ama burada yazamayacağım.
Saçımı “dikiyorum”, okula alınmıyorum. Kazıtıyorum, okula alınmıyorum. Jöle kullandım  diye azarlanıyorum. Favorim beğenilmiyor. Bir türlü farkımı ortaya koyamıyorum. Tabii bu uygulama herkese aynı değil. Dayısı olanlar var ya. Onlar ayrıcalıklı.
Bir öğretmenimin “derby” ile “cücüğümü” kestiğini hiç unutamam.
            Ev ortamımdan da  biraz bahsedeyim. Evde şükürler olsun hiçbir eksiğimiz yok. Anne babam bir dediğimi iki etmiyor. Biri masa üstü, diğeri dizüstü olmak üzere iki bilgisayarım var. En son çıkanlardan bir de cep telefonum var. Evimizde bir tane oturma odasında, bir tane mutfakta, bir tane de benim odam olmak üzere üç  televizyonumuz var.(Pardon, misafir odasındakini yazmayı unutuyordum.).
Sabah okula  gitmek için 06:00’da uyanıyorum, öğleden sonra dershaneye gidiyorum. Akşam 18:00 gibi eve giriyorum. Yorgun, argın hala bitmemişsem ders çalışmak için masamın başına  oturuyorum. Bir arkadaşımdan mesaj alıyorum. (Sağ olsunlar, telefon CEO’ları bizi düşündükleri kadar çocuklarını düşünmüyorlardır. Bedava kontörler hava da  uçuşuyor.) Arkadaşıma  mesaj attıktan sonra, yine ders çalışayım derken bu sefer Facebook aklıma takılıyor. Biraz face’te  dolaşayım derken epey zaman geçirdiğimi fark ediyorum. Yeniden ders çalışmaya başlarken, babamın oturma odasında izlediği filmin  müziğini duyuyorum. Annem, mutfakta kahkaha  atıyor, her halde o da TV‘de çok komik bir şey görmüştür.  Ödevlerimi bitiremiyorum haliyle. Bir de 01:00 olmadan yatmayacaksınız diyen dershane öğretmenimi  uyumadığıma ikna etmek için benden istediği mesaj atma işini annemden rica ediyorum.
Gördüğünüz üzere bir yoğunluğum var ve ne için çabaladığımı bilmiyorum. Bazen bu yoğunluğu azaltmak  için arkadaşlarla kaçamak yapıyoruz.   Evden okula diye çıkıyoruz, servisten inip bir iki arkadaşımla birlikte dolaşıyoruz. Sizin bahsettiğiniz +18 yerlere gidiyoruz. 12-13 yaşında çocuklar bile var oralarda. Türlü türlü alışkanlıkları var gariplerin. Çoğunun mekan sahiplerine  borçları bile var.
Yazdıklarımı bir sonuca bağlayacak olursam. Hocam,  halimiz hiç de sizin hikayenizdeki gibi değil. Herkes, annem, babam, okul  ve  dershane öğretmenleri, hatta +18 mekan sahiplerinin bile ortaklaşa verdikleri öğütle yazıma son vermek istiyorum. “Gençler ders çalışın. Hayat çok zor. Okumazsanız hiçbir şey yapamazsınız”

Yekrem’in notu: Kerem kardeşim beni gerçekten çok şaşırttın. Dumura uğradığmı bile söyleyebilirim. Gerçekten böyle öğretmenler var mı?

3 Şubat 2011 Perşembe

Başka Bir Türkiye Hikayesi


-Çocuklarınızı nasıl bu kadar iyi yetiştirebildiniz?
Efendim bu çok basit. Her şey çocukken başlar biliyorsunuz. Çocuk, doğar doğmaz ağlamaya  başlar. Gecenin en olmaz saatinde uyandırır sizi ağlamasıyla. Biz bunun son derece  normal olduğunu düşünerek, sesimizin en yumuşak tonuyla ona  ninniler söyleriz. Eeee, eeee. Bebek uyumasa da sabrımızı hiç tükenmez, asla ve katâ.
Anne baba her ikisi de  çalışıyorsa 20 km mesafeden uzakta bir gün dahi çalıştırılmaz. Aile bütünlüğü son derece önemlidir. Olur ya çocuklarımızın psikolojisi bozulur.

            Televizyonlarımızda şiddet içeren programlar   asla  yer almaz. Bazen çok az da olsa bu programlara karşı önlemimizi +6 gibi bir yazı yazarak önlemimizi alıyoruz. Çocuklar bunu görünce saygıyla ekrandan uzaklaşıyorlar.
            Okula başlayınca, öğretmenlerimizin çocuklara ilgisi takdire şayan. Hiç bir ülkede bulamazsınız. Her öğretmen, öğrencilerini kendi çocukları gibi görür. Anlaşılmayan noktaları defalarca anlatmaktan  yorulmaz. Çocukları asla notlarına göre değerlendirmez. Onların kıyafetlerine, saç tiplerine göre davranmaz. Öğretmenlerimiz, öğrencilerine her türlü psikolojik ve pedagojik desteği sağlarlar. Erkek öğrencilerin yüzlerinde yeni yeni çıkan tüyleri, kendilerince bıraktıkları favorileri ve dudaklarının altındaki “cücükleri” bir farklılık ve çocukların kendilerini ifade etme biçimi olarak görülür. Zaman zaman çocuklara çok yakıştığı bile söylenir. Kız öğrencilerin takıları, saç tarzları da öyle.
            Malum, eğitim sadece okullarla sınırlandırılamaz. Çocuklarımızın, kişisel gelişimini olumsuz etkileyeceğini düşündüğümüz her yere +18  koyarız. Bu  mekanlara tek bir -18’in girdiğini göremezsiniz. Çocuklarımız bu kurallara uyma konusunda çok titizdir. Kimliklerine bakarlar 17 yıl 364 günlük bile olsalar  bu mekanlara girmezler. Zaten 18’e  girince bile yılların verdiği alışkanlıkla kendilerini hala küçük sanan böyle yerlere giremeyen insanımız  bile var.Bazen bu mekan sahipleri için üzülüyorum, acaba nasıl kazanıyorlar diye.Neyse, konuyu çok dağıtmayalım. 
            Aile ortamlarımız son derece nezihtir. Evlerimizde maksimum  bir televizyon var ve ailecek izlenir. Başka zaman mümkün değil açılmaz. Televizyon programlarının son derece eğitici olduğunu söylememize gerek yok. Çocuklar ders çalışırken, anne babalar çoğunlukla kitap okur. Ayrıca, çocuklarla beraber kitap okunur. Hemen her akşam okunulan kitap üzerine tartışmalar yapılır, fikir alışverişinde bulunulur.
            Çocuklar asla birbirleriyle  kıyaslanmaz misafirliğe gidince. Hemen her okulumuzda verilen eğitim-öğretim olunca çocuklarımıza ders takviyesi gerekmez. Matematiği iyi yapanın sayısal zekası olduğu, tarihi iyi yapanın sözel zekası olduğu, enstrüman çalan öğrencinin ritmik zekasının iyi olduğu kabul edilerek o doğrultuda gelişmeleri için  çaba sarf edilir.Çocuklar farklılıklarıyla sevilirler.Çocukların gelecekte seçmeyi düşündükleri  mesleklere dönük mesleki rehberlik yapılır.
            Okullarımız oluşturdukları sevgi ortamıyla çocuklarımız her zaman cazibe merkezidir. Okulların kapalı olduğu gün öğrencilerimizin çok üzüldüğü, hatta telafi etmek için öğrencilerimizle okul dışı etkinlikler düzenledikleri de oluyor. Okulu sık sık rüyasında gören öğrencilerin de olduğu söyleniyor.
            Efendim, anne-baba, öğretmen, okul iyi olunca çocuğun kötü olması mümkün mü?
-Haklısınız,efendim.  Her halde bu sözler üzerine daha  konuşmaya gerek yok. Efendim, programımıza katılıp,  deneyimlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim, çok sağolun.
                                                                                                                                           Yekrem